12 Ekim 2014 Pazar

Midilli'de 2 gün, 2 güzel yemek



Kurban Bayramı'nın iki günü hafta sonuna denk gelip biz beyaz yakalıları üzse de, benim için o 5 gün resmen tatilsiz geçirdiğim bütün yazın acısını çıkardı diyebilirim. Bunun birçok nedeni var. İlki bu sefer ailem veya Emre ile değil, ilk defa bir kız arkadaşımla, tabiri caizse 'kız kıza' tatil yapmam oldu. İkincisi sokaklarda kaybolduğum bir kültür turizmi yerine bu sefer daha sakin bir tatil planı yaparak Cunda ve Midilli'de karar kıldık. Sonuncusu ve en güzeli de Özge'yle beraber sadece yediğimiz, içtiğimiz, kitap okuduğumuz dolu dolu bir tatil oldu. Dolu dediysem de inanmayın aslında; iki otelci olarak o sakinliği bırakıp İstanbul'daki beş yıldızlı otellerimizdeki operasyona geri dönmek bile istemedik. Son günümüzde tek istediğimiz bize reddedemeyeceğimiz bir iş teklifi yapılmasıydı Cunda'da. Tatil gerçekten bir ihtiyaç ve bizim böyle bir şeye çoktan ihtiyacımız varmış. Çok güzel insanlar tanıdık, arkadaşlar edindik, çok güzel yemekler yedik, mis gibi deniz havasına karşı hiçbir şey yapmadan oturmanın keyfini çıkardık. Kısacası Cunda'ya seneye de geri dönmemiz için birden fazla nedenimiz oldu.

Bu yazıda daha çok 2 gün geçirdiğimiz Midilli'den bahsedeceğim fakat Cunda'dan da bazı güzel, hatta çok çok iyi tavsiyelerim olacak. Midilli ile ilgili ön araştırmamı ilk olarak Lonely Planet'in Yunanistan kitabından, daha sonra da yerli ve yabancı bloglardan yaptım. Aslında herkes biraz daha uzun süre kalıp araba kiralıyor ve bütün adayı geziyor. Ada deyince sanki kısmen daha küçük bir yer geliyor aklımıza ama Midilli aksine çok büyük bir ada ve her kıyısında gezmeye değer küçük köyleri var. Biz maalesef bulunduğumuz 2 gün boyunca Midilli'nin merkezinde kaldık. Biz bütün adaya Midilli adası ismini vermişiz fakat adanın ismi asında Lesvos; Midilli sadece bir şehrinin adı. Mytilini diye geçiyor. Bir sahil ve liman kenti.


Ayvalık'tan her sabah ve akşam gidiş-dönüş feribotlar var. Turyol ve Jale Tur feribotları kalkıyor. Biz Turyol'u tercih ettik. Gidişimiz bayramın birinci günü saat sabah 9'daydı. Ayvalık Gümrük'e geldiğimizde gördüğümüz kuyruk bizi epey korkutsa da sadece 1 saatlik bir gecikmeyle feribot hareket etti. Bayramın etkisi ve feribot ücretinin ucuzluğu Türk turistlerin Midilli kuyruğunu açıklıyor tabi. Yaklaşık 1,5 saat sonra Midilli'ye varıyoruz. Burada ikiye ayrılıyoruz; Schengen vizeliler ve kapıda vize alacaklar için. Oluşan kuyruktan gözünüz hiç korkmasın çünkü 10 dakikada vizeniz damgalanmış olarak sınırdan geçiyorsunuz.

Burası tam bir deniz ürünleri cenneti!

Önemli bir bilgi paylaşmak istiyorum çünkü bahsedeceğim şey sıkıntı yaratabilir. Midilli'de maalesef hiç döviz bürosu yok. Yani yanınıza yeterli Euro alarak gidin. Hatta Ayvalık'ta da döviz bürosu yok diyebilirim; iskele tarafında nasılsa vardır beklentisine girmemenizi tavsiye ederim. Peki ne yapıyor yanında Eurosuz gelen insanlar? İlk alternatif, seyahat acentaları döviz bozuyor. Fakat Türk Lirasını sağ olsunlar 3,20'den bozmak istiyorlar. Hadi canım deyip direk ayrılın oradan. Diğer ve belki de son alternatif bankamatikten Euro çekmek. Çalıştığınız bankaya göre komisyon ücreti de değişecektir ama çok yüksek bir komisyon ödemezsiniz derim. Kredi kartıyla takılırım olayını da unutun; çoğu restoran ve mağaza kredi kartı kabul etmiyor. Bence de ilginç, sonuçta turistik bir kent. Bir acentacının söylediğine göre bankalar Türk Lirası da bozmuyor; nedeni de yine söylenene göre Yunan hükümetinin Türk Lirası ile finansal işlem yapmak istememesi gibi bir şeymiş. Gerçekten çok ilginç, yani adadaki Türk turist nüfusunu düşününce hani bize öğretilen turist ülkeye döviz getirir cümlesi geliyor aklınıza. Yunanistan'ın içinde bulunduğu ekonomik durumu göz önüne alıyor ve vardır bir bildikleri diyoruz. Çok fazla Euro'ya gerek olmayacaktır çünkü genellikle ucuz bir şehir burası. Tabi kalış sürenize de  bağlı. Bize 2 gün için kişi başı 100 Euro kadar yetti; konaklama, yeme-içme, alışveriş ve keyfi harcamalar dahil.

Alkaios'un portakal ağaclı bahçesi

İlk olarak otelimize yerleşip valizlerimizden kurtulmak istiyoruz. Kaldığımız yerin ismi Alkaios Rooms; gecelik oda fiyatı 40 Euro. İki binaları var. ana binada portakal ağaçları altında çok tatlı bir bahçesi var; burası aynı zamanda kahvaltı alınan yer. Biz onun biraz ilerisindeki ikinci binada kalıyoruz. Odamız temiz ve bir otel odasının olması gerektiği kadar donanımlı. Tek üzüldüğümüz şey internet bağlantısı yukarı kata yeterince ulaşmıyor. Onun dışında dert edeceğimiz başka bir şey yok. Gayet memnunuz. Yeri de sahile 5 dakika.




Açız ama akşama dolu dolu yemek için hafif bir şeyler arıyoruz. Baya uzun bir dolaşma ve karar verme aşamasından sonra Averof'u görüyoruz. Dışarıdan bakınca loş havası bir esnaf lokantasını andırıyor. Tahminlerimiz doğru, burası tam bir esnaf lokantası! Üstelik yemekleri de bizden. İmam bayıldı, biber dolma, İzmir köfte ve diğer sulu tencere yemeklerini bulabilirsiniz. Bir porsiyon İzmir köfte ve bir porsiyon da patates mücver alıyoruz. Birer porsiyon aldık ortaya ama porsiyonlar oldukça büyük. Köfte bizdekine göre daha irice yuvarlanmış, fakat sanıyorum ki kızartılmadan direk tencerede pişirilmiş. Yumuşak ve lezzetli. Özellikle bir Türk hareketi olan suyuna ekmek bandırma eylemini doyasıya yapıyoruz. Yanında haşlanmış patates ile servis ediliyor. Patates mücvere bayılıyoruz. Galeta unuyla çıtır çıtır kızarmış. Tam istediğimiz gibi bir öğle yemeği oldu. Toplam 10 Euro gibi bir hesap geliyor.


Çıtır patates mücver

Biraz çevreyi gezip kahve içmek niyetindeyiz. Sahilin paralelindeki cadde olan Ermou caddesinden kuzey kıyıya doğru yürüyoruz. Bu cadde tam bir alışveriş caddesi fakat maalesef dükkanlar kapalı. Genellikle öğleden sonra herkes dükkanını kapatıyor. Hatta bankalar bile öğleden sonra 2'den sonra kapanıyormuş. Kendi yaşamımızı bir kez daha sorgulatıyor bu tür uygulamalar. Gariptir ki açık olsa çok iyi iş yapacak dükkanlar var. Mesela el yapımı hediyelikçiler ve takıcılar tam Türklerin turistik alışveriş ihtiyacına hitap ediyor. Açık olan sadece restoran ve kafeler var.

Midilli'nin kuzey sahili

Ermou Caddesi bitince kuzey kıyıya çıkıyorsunuz. Sağa dönünce deniz kenarı boyunca sıra sıra kafe ve lokantalar göreceksiniz. Çoğu genellikle taverna tarzında. Sanırım akşamları iş yapıyor ki gündüz biraz sakin görünüyorlar. Aralarında bir tane kafe ilgimizi çekiyor: Fisheye. Bizi bekliyormuş gibi, denize bakan ön kanepenin olduğu masa boş. Hemen yerleşiyoruz ve biliyoruz ki burada en az 2 saat geçireceğiz. Hedefimiz kahve içip kitap okumak. Bir de bakıyoruz ki menüde Yunan kahvesi var. Şu ortama zaten Türk kahvesinden başka bir tat gitmezdi. Bizde Türk, onlarda Yunan kahvesi. Bizim sizin olayındansa bu ortak tatların zevkini çıkarmak gerek. Sizi bilmem ama böyle şeyler bana daha çok kendimi evimde hissettirir. Bir adetimi daha gerçekleştirip duble kahve söylüyorum. Özge de normal ölçüde alıyor. Deniz hemen önümüzde, müzikler inanılmaz güzel, kitap okuyoruz ve kahvenin yanında domates ve karpuz kabuğu reçeli getirmişler!

Fisheye'da manzaramız bu şekilde

Tahmin ettiğimiz gibi yaklaşık 2 saatimizi orada geçiriyoruz ve biliyoruz ki buraya tekrar gelmemiz lazım!

Yemek için 2 önemli restoran belirledik gelmeden önce. Kalnterimi ve O Ermis. İkisi de tavsiye edilen en iyilerden. Akşam yemeğini Ermis'te, yarın ki öğle yemeğini ise Kalnterimi'de yemeye karar veriyoruz. Saat 20:30 gibi Ermis'teyiz ama bizden başka 2-3 masa dışında kimse yok. Geç yemek yendiğini az çok bildiğimiz için bekliyoruz. Saat 23:00'da bütün masalar dolu; hatta gelip yer bulamayanlar oluyor. 23:30'da bir arkadaş grubu yanımızdaki masaya oturuyor ve mezesinden etine kadar masayı donatıyor. Gece biraz geç mi başlıyor ne...

O Ermis, Ermou Caddesinin sonunda, sol köşede kalan bir restoran. İçeri ve dışarı oturma bölümleri var.

Ambiyans çok sıcak. Duvarlar tablolarla dolu. Barın tam arkasındaki duvarda o meşhur uzo serumlu fotoğraf var. Burada uzo hayata bağlar anlamını çıkarabiliriz. Lakin öyle çünkü bu keyfi her dakikanızda hissediyorsunuz.

  Menüsü oldukça geniş. Biz meze ve balıktan gideceğiz. Masa resmen donanıyor. Belli ki her şey taze ve günlük. Bir Yunan adasından deniz ürünleri yenmeden dönmez. Spesiyallerden şarapta ahtapot, kalamar tava ve barbun alıyoruz.

Ahtapotun şarap sosu hafif ekşimsi ve çok lezzetli. Gerçekten önemli bir spesiyal bu çünkü hakkı verilerek hazırlanmış. 

Kalamar taze belli ki fakat birazdan methiyeler düzeceğim Kalterimi'deki kadar lezzetli değil. 

Kabak çiçeği dolması beklentimizin çok altında. Bu dolmayı hakkıyla tutturmak çok zordur biliyoruz bu yüzden çok da üstüne durmuyoruz fakat yine de masanın en zayıf halkası o oluyor. 

 Kabak mücveri tavsiye ederim. Onun dışında bir de Tzatziki yani cacıki var ki bir porsiyona kaç diş sarımsak atılmış tahmin bile edilemez. Süzme yoğurt, salatalık ve sarımsak üçlüsünden bir tek sarımsak tadı baskın. Değişik bir tat oluyor bizim için.

Barbun tava


Uzosuz olmaz! En iyi uzo diye tavsiye edilen Barbayanni alıyoruz 20'lik şişede. 4 çeşidi var. Hepsinin aroması ve sertliği ayrı. Biz işletmeci hanımın tavsiyesine güvenerek açık mavi renkteki Evzon'dan alıyoruz. Çok doğru bir seçim çünkü hem şeker oranı bizim damak tadımızda, hem de sertliği yerinde. Yüzde 47 alkol oranı! Tat olarak rakıdan daha hafif ama daha bol aromalı. Özellikle şeker oranının az olması tam da aradığımız tat.

Ermis, 1800lerden günümüze gelen bir lokanta. Hem bu lokal caddedeki konumu hem de bilindik lezzetleriyle bize tam bir Yunan havası yaşattı. Sıcakkanlı personel bizi yabancı hissettirmedi hiç. Ortak bir sofra kültürüne sahip olmanın en güzel yanı da bu dostluk duygusu. İçinde kötülük olmayan insanlar bu duyguyu hep taşır, çünkü bilirler ki bir zamanlar yan yana yaşadık, hala da yaşayabiliriz.

Çeşit çeşit 20'lik uzo şişeleri

Ermis'te ödeyeceğiniz hesap kişi başı 15€ civarıdır. Sofra daha çok mezeyle donansın isterseniz de 20€ diyelim. Kredi kartı geçmiyor. Bu kadar lezzetli bir gecenin ardından mis gibi bir uyku zamanı.


Sabah yanımızdaki Therapon Kilisesi'nin çan sesleriyle uyanıyoruz. Kahvaltıyı otelde yaptıktan sonra yine sokaklardayız. İlk işimiz valizimizi yerleştirmeden buradan alacaklarımızı almak. Özge uzo ve mastika alacak. Emre'nin önceki seyahatlerinden evde 2 şişe uzo ve mastika olduğu için ben sadece yöresel bir Midilli şarabı almak istiyorum. Ve tabi ki buzdolabı kapağı koleksiyonum için magnet. Günlerden pazar ve öğlen yine her yer kapalı. Açık olan iki adet dükkan var. Midilli'ye akın etmiş Türkler bu iki dükkana da kazandırıyorlar. Üstelik bu iki dükkan da kredi kartı kabul ediyor! Hem hediyelik magnet, kupa, çanta tarzı eşyalar hem de damla sakızı, uzo ve şarap da bulabilirsiniz buralarda. Fiyatları da makul. İkisi de Ermou Caddesi üzerinde. İlki soldafotoğrafı bulunan dükkan. İkincisinin malesef fotoğrafını çekmeyi unutuyorum ama yeri Ermou ve Alkaeou caddelerinin kesiştiği köşede.


Midilli'nin lokal şarabı Oinoforos. Zaten tüm marketlerde hem kendisine hem de Türkçe broşürüne rastlayacaksınız. 3 çeşidi var; kırmızı ve beyaz Daphnis&Chloe serisi ve bir alt segmenti Makara kırmızı. Ben bir şişe kırmızı Daphnis&Chloe alıyorum. Fiyatı 9€ civarı. Tanenli ve yoğun aromalı bir şarap; et severler için.

Saat akşamüstü 6'da feribotumuz var fakat buradan ayrılmadan son bir kez daha Fisheye'da kahve içmek ve sahilde dondurma yemek istiyoruz. İlkini yaptıktan sonra, sahil boyunca sıralanmış kafelerden biri olan Maskwtitsa'da dondurmamızı yiyoruz. Özge damla sakızı ve badem ikilisini seçiyor; ben ise çikolatadan vazgeçemeyen biri olarak ekstra dark çikolatalı ve damla sakızlı iki top alıyorum. Dondurmanın içindeki damla sakızları dilinize geliyor. Adadan sakız almadan ayrılmayın.



Dondurmadan önce geç bir öğle yemeği yiyoruz. Rotamız Kalnterimi. Midilli'ye gelip burada yemek yemeden dönmeyin cümlelerinin hakkını veren bir yer. Ermou üstünde küçücük bir ara sokakta, dışarıdaki tahta asa ve sandalyeleriyle salaş bir lokanta burası. Öğle yemeği olmasına rağmen o kadar dolu ki, feribot saatini düşünerek yer bulmak için çok beklemek zorunda kalırsak yemeden gidebiliriz düşüncesiyle endişeleniyoruz. Mekandaki işletmeci abla hem sipariş alıyor, hem gelenlere yer gösteriyor, hem de hesapları düzenliyor. Bir aile işletmesi. Kızı ve oğlu da siparişlerin masalara götürülmesine yardımcı oluyorlar. Tıklım tıklım bir öğle yemeği vakti zor da olsa kendimize kapının yanında iki kişilik bir masa buluyoruz. Yemek yiyenlerin yüzde sekseni Türk. Bekleyenlerden bazıları pes edip geri dönüyor; bizim gibi meraklılar da sabrediyor ve en geç 15 dk sonra bir masaya oturabiliyorlar.

Oturmak için beklediğimize değiyor lakin yemekler enfes! Menüsü Ermis ile hemen hemen aynı. Benzer mezeler ve yemekler mevcut. Hem hafif hem de doyurucu olsun diye 4 çeşit tabak söylüyoruz. İhtiyacımız olan şeyler yengeç salata, kızarmış kelle peyniri, yine şarap soslu ahtapot ve kalamar tava. Uzo yerine bu sefer bir öğlen birası içmek istiyoruz. Midilli'nin Mythos birasından dolapta soğuk kalmamış. Bize yine bir Yunan birası olan Fix'i öneriyorlar. İçimi çok hafif olan 50'lik şişeyi Özge'yle paylaşıyoruz.

Yengeç salata

Ve yemekler... Hafif olsun dedik ama bitiremedik bile. Gerçi tabakta kalan bir tek yengeç salata oldu; o da yoğun mayonezinden dolayı. Kızarmış kelle peyniri harikaydı; tuzlu ve sert. Kalamar tava ve şarap soslu ahtapot burada kesinlikle daha iyiydi. Bir kere kalamar daha yumuşak ve çok daha iyi kızarmıştı. Kollarına, yüzgeçlerine varıncaya kadar yedim diyebilirim. Ahtapotun sosu burada ekşi değil, daha sertti. Bu nedenle ahtapotun lezzetini daha iyi hissediyorsunuz.

Yiyebileceğiniz en iyi kalamar!

Fotoğrafta sanki yeni kesilmiş bir hayvana benzese de tadı aklımızı aldı.

Porsiyonlar çok büyük; öyle ki Ermis'te bir porsiyon kalamar tava için bir tane gelirken, burada bir porsiyona iki bütün kalamar getiriyorlar. Ahtapotun porsiyonu da Ermis'te servis edilenin iki katı. Kalnterimi gerçekten kaçırılmaması gereken bir lezzet durağı. Bu kadar yoğun bir operasyonda böyle lezzetli yemeklerin servis edilebilmesi restoranın önemli bir başarısı. Midilli'nin en iyisi sıfatını sonuna kadar hak ediyor.

Böylece 1 gece 2 günlük Midilli kaçamağımız sona eriyor. Benzer mutfağa sahibiz fakat deniz ürünleri konusunda karşı kıyılar tam bir balık cenneti. Bir kere donmuş ürün kullanılmıyor; hepsi taptaze. Bu bence en büyük farklılıklarımız. İstanbul'da kalamar tava yediğim 10 restoranın belki 2'sinde tazesine denk geldim diyebilirim. Sonra pişirme usulleri, gösterilen özen, ürün kalitesi gerçekten bizim restoranlarımızı sollar. Bizdeki balık lokantaları ne kadar şaşaalıysa, burası o kadar gösterişten uzak hatta bu salaşlığıyla daha sevimli bir algı yaratan lokantalara sahip. Fiyatlar çok ucuz. Mesela Kalnterimi'de yine kişi başı 15 Euro'ya ziyafet çekersiniz. Hem bütçe hem de damak dostu. Ve güzel haber; kredi kartı geçiyor.



Kısacası Midilli, günübirlik de olsa sırf Kalnterimi için gelmeye değer bir destinasyon. Çoğu dükkanın tabelalarında Türkçe yazılara rastlıyorsunuz fakat gelin görün ki Türkçe konuşan bulunmuyor. Türk turist potansiyelinin oldukça farkındalar aslında. Rahat bir yaşam var genel olarak. Gece hayatı pek yok gibi. Tamam turistik ama henüz yozlaşmamış. Umarım Türk turistlerin sayesinde bir Bozcaada vakasına benzemez burası. Yoksa tüm bu salaşlığa ve lokal değerlere yazık olur.



Midilli'den sonra 2 gece bu taraflardayız. Bu sefer karşı kıyı Cunda'da. Cunda'yı uzun uzun anlatmak istemiyorum çünkü bizi çok etkileyen yerlerden biri o nedenle büyüsü bizde kalsın istedim. Fakat bazı yerler var ki hizmetinden çok memnun kaldığımız için tavsiye etmek istiyorum. İlki Alp Butik Otel. Çok tatlı bir çift tarafından işletiliyor. Cunda'daki ilk gecemizde ev sahibimiz oldular. Özellikle Fatoş Abla bir anne gibi üzerimize titredi. Odaları büyük, temiz ve içinde her şey mevcuttu.Fatoş Abla ve eşine veda etmeden Cunda'dan ayrılmadık. Geri dönmek için sebeplerimizden bir tanesi oldu Alp Butik Otel. İkinci otelimiz de Cunda Hayal Hotel. Son gecemizde burada kaldık. Merve isminde dünya tatlısı bir işletmecisi var. Yine bir aile oteli. O yüzden samimi ve sıcak. Geç çıkış konusunda yardımı için kendisine minnettarız. Burada da rahat bir konaklama ve güzel vakit geçirdik. Bir arkadaşımız da Merve oldu.


Cunda'ya geri dönmek için en önemli sebep ise kesinlikle Lal Girit Mutfağı, Emine Abla ve onun sihirli ellerinden çıkan mezeler! Emine Abla sabahtan pazarına gidiyor, öğlen mutfağa giriyor ve akşama kadar onlarca mezeyi yaratıyor. Menüde neler yok ki... Bebek kabaklar, Girit otları, cevizli patlıcanlar, soslu dil balıkları, yoğurtlu mezeler, ezmeler, ayrıca kırmızı et ve balığın da hakkı veriliyor. Hepsini ayrı bir iştahla yedik ana 'en'lerimiz kesinlikle cevizli patlıcan, köz patlıcanla doldurulmuş köz biber, ve güveçte yoğurtla sıcak servis edilen deniz fasulyesi oldu. Özellikle deniz fasulyesi için uzun zamandır gözlerimi kapayarak uzun uzun yediğim en güzel lezzet diyebilirim. Bolca Girit otları bulabilirsiniz. Antalya'da ailemin sofralarından eksik olmayan turpotu, şevketibostan gibi yerel otlar da mevcut. Bol zeytinyağlı limonlu turpotu kesinlikle evimi hatırlattı. Midye dolması ayrı bir efsane. Bir de rakının yanına mutlaka keçi peynirinden söyleyin. Emine Abla'nın söylediğine göre bu özel peyniri bir arkadaşı kendi yapıyormuş. Yeni kalıp eline ulaşınca bir miktar gönderme sözü verdi! Yemek yiyen herkesin yüzünde memnuniyet ifadesi görebileceğiniz nadir bir lokanta burası. Emine Abla'nın ve servise yardım eden eşi Yusuf Abi'nin çok emeği var burada. Kısacası bu iki güzel insanla da dost olmanın ayrı sevinci var bizde.

O efsane cevizli patlıcanın sadece görünen tarafı!
Cunda bize evimiz gibi geldi. Kısa zamanda tanıdığımız, selamlaştığımız bütün insanlarla, taş sokaklarıyla, Taş Kahve'siyle, deniz kokusuyla bağımız oldu. Biz Cunda'yı hiç bırakmak istemedik. Hatta bahsettiğim gibi, son günümüzde Taş Kahve'de dondurmamızı yerken keşke reddedemeyeceğimiz bir iş teklifi yapılsa gibi bir dileğimiz bile oldu. Kısacası dolu dolu 5 gün en güzelinden bir dinlence oldu bizim için. Seneye geri dönmek için söz verdik. Belki canımız Emine Abla'nın biberli ezmesinden çeker de hafta sonu kaçmak için bir bahanemiz bile olur. Çok geçerli bir mazeret değil mi ama?



20 Ocak 2014 Pazartesi

Balkanların Tadı - 3: Belgrad




Sırbistan’la birlikte Balkanlar’daki dördüncü ülkeyi ve Belgrad ile altıncı şehri yazıyorum. Belgrad gezisinden sonra gördüm ki, Balkan ülkelerinin yemek kültürleri birbirine çok benziyor. Aynı zamanda hepsi Osmanlı ve Avrupa mutfaklarından da esintiler almışlar. Belli başlı yemekler var mesela, her şehirde aynı isimle karşınıza çıkabiliyor. Örneğin cevapcici (köfte), burek (börek), rakija (rakı) gibi... Sırp mutfağına da diğer Balkan mutfakları gibi ızgaralar hakim. Dana, kuzu, tavuk, domuz ve ördek yemekleri her menüde bulunuyor. Bunun dışında köfte diye tabir edeceğimiz cevapcici ve pljeskavica da mevcut. Her restoranın kendi spesiyalitesi olan karışık et tabakları çokça tercih ediliyor çünkü böylece menüdeki çoğu et yemeklerini denmiş oluyorsunuz. Porsiyonlar çok geniş; hem tabaktaki et dilimleri çok büyük, hem de yanında zengin garnitür çeşitleriyle geliyor. Etlerin dışında bize yabancı gelmeyen sarma ve musakka gibi menüler de çoğu restoranın menülerinde mevcut.

Sokak lezzeti olarak burada da burek çıkıyor karşımıza. Bu sefer sadece börekçiler de değil, pastaneler ve fırınlar bile burek satıyorlar. Hem su böreği tarzı yağlı ve bol yufkalı burekler, hem de değişik malzemeli kol börekleri fırınlarda mevcut. Yanında adet yerini buluyor ve yoğurt içiliyor. Yani bildiğimiz kapalı ayran fakat üstünde yoğurt yazıyor. Yoğurda uygun olarak da kıvamı ayrandan oldukça yoğun. Burek dışında dilim pizza dükkanları, patlamış mısır büfeleri, yaşlı hanımların başında durduğu dondurma tezgahlarını da sokaklarda bolca görebilirsiniz.

Biraya pivo deniyor. İki çeşit Sırp birası var: Lav ve Jelen. Biradan ziyade buranın gurme içkisi meyvelerden yapılan rakijalar. İster üzümden, ister ayvadan, ister erikten ve daha da fazlası. Genellikle kafe ve bar menülerindeki rakija bölümlerinde bol çeşitlerine rastlayabilirsiniz. Bazı restoranlar rakijasını kendileri yapıyorlar. Ev yapımı rakija denemek isteyenler için ideal fakat şimdiden söylemeliyim ki rakijanın tadı bizim sek rakımızdan da sert. Alkol oranının %60’a çıktığı bile oluyor. Fondip yapanın vay haline, resmen yemek borunuzu uyuşturuyor. Marketlerde 50 ml’lik şişelerde satılan rakija çeşitlerini bulabilirsiniz. Anahtarlık ve magnetten ziyade daha orjinal bir hediye olacaktır.

Ada Ciganlija
Belgrad gezimiz bol et ve rakija ile geçti. 3 gün kaldık ve dolu dolu bir 3 gün geçirdik. Mutlaka gidilmesi gereken yerlerin başında Ada Ciganlija geliyor. Belgrad’ın güneybatısında, Sava Nehri üzerinde konumlanmış küçük bir ada burası. Buranın en büyük özelliği halkın deniz yüzü görebilmesi. Gerçi nehrin içinde yüzüyorlar ama genel olarak baktığımızda adadaki sosyal yaşam çok hareketli. Restoranlar, plajlar, su topu maçları, bisiklet ve paten sürenler, su kayağı yapanlar gibi spora ve sosyalleşmeye dahil ne varsa bu adada. Onu dışında Kalemegdan, Nikola Tesla Müzesi ve Knez Mihailova Caddesi de görülmeye değer. Merkeze yakın bir yerlerde kalmak istiyorsanız Skadarlija bölgesi çok uygun. Sokağın iki yanı da kafe ve restoranlarla dolu. Akşamları canlı müzik olan yerler de var. Buraya aynı zamanda bohem sokağı da deniyor, genellikle sanatçıların takıldığı bir sokak olmasından dolayı. Biz de konaklama tercihimizi hem lokasyonundan hem de uygun bir hostel bulmamızdan dolayı Skadarlija’dan yana kullandık.

Skadarlija
Havaalanından çıkınca servislerle Trg Slavija meydanına gittik, oradan da hostelimizi bulmak için dünyanın yolunu yürüdük. En sonunda sora sora Skadarlija’daki hostelimize varıyoruz. Konaklama hikayemiz de başlı başına macera aslında ama hiç oralara girmeyelim. Neyse ki bir gece sabrettikten sonra şikayet etmemize gerek kalmadan bizi daha uygun bir odaya geçirdiler. Uçağa binmeden yediğimiz yemekler midemizde erimiş gitmiş. Hemen akşam yemeği için dışarı attık kendimizi. Önceden hazırladığım restoran listesine bakınca ve otele en yakın restoranı seçiyorum. Sadece birkaç sokak ötedeki Little Bay için çoğu yerden tavsiye almıştım zaten. Çok yakın olması avantajımız oldu.

Rezervasyonumuz yok ama dışarıda sokağa bakan çok güzel bir masa bulduk kaldırımın üzerinde. Ayrı olarak bir iç mekanı ve iç bahçesi de var. İyi İngilizce konuşan garsonumuz hemen menüleri getirdi. Yaklaşık 5 tane falan menü geldi önümüze. Nasıl yani demeye kalmadan kibar garsonumuz hepsinin açıklamasını yaptı. Günlük yemek menüsü, günlük şarap menüsü, restoranın a la carte yemek menüsü, özel şarap menüsü, ve tatlı menüsü. Sadece 3 menüden seçim yaptık. Günün menüsünden bir bezelye çorbasıyla başladım. Püre haline getirilmiş bezelyeye kremayla kıvam verilmiş ve bu harika çorba çıkmış ortaya. Benim gibi yazın yeşil sebzelerden vazgeçemeyenlerin çok seveceği bir çorba bu. Bu arada biz yazın gittiğimiz için çok fazla çorba içmedik ama menüler dikkatlice incelendiğinde çok farklı çorbalar olduğunu göreceksiniz.


Restoran menüsünün içinde bir de tadım menüsü var ki, menüdeki bütün ana yemeklerden küçük porsiyonlar sunuyor. Hepsinin tadına bakmak mantıklı olabilir diye düşündük. Tabi biz böyle iki lokmalık porsiyon düşünürken kocaman yayık bir tabakta geldi tadım menümüz. İki değil bence dört kişi rahat doyar. Elbette ki biz bitiremedik koca tabağı.


Sırp mutfağının genelde et olarak spesyalleri var demiştim. Bizim tadım menümüzde de etin her çeşidi mevcuttu. Resimde de görüleceği gibi dana eti, kuzu eti, tavuk eti ve domuz eti. En çok börek içindeki kuzu etli parçayı sevdik. Etlerin yanında patatesi, sebzesi de geliyor tabakta. Özellikle bir patates ızgara var ki, bir daha gitsem sırf o patatesin olduğu ana yemeği seçebilirim.

Şarap olarak günlük şarap menüsünden yine Vranac üzümünden yapılan bir Sırp şarabı seçtik. Etlerimizle çok güzel gitti. Tatlı için o kadar etten sonra yerimiz kalmadı. Bu arada yemekten önce servis edilen yoğurtlu sarımsaklı dip sosu ve çeşit çeşit taze ekmeklerin lezzetini belirtmeden geçemeyeceğim. Toplam hesabımız 4.230 dinar geldi. Yani 42 Euro diyelim. Ücrete kişi başı 120 dinar olan servis ücreti de dahil.

İlk gün için mükemmel bir tercih yapmışız. Bu arada Little Bay’in hemen karşısında şu an ismini hatırlayamadığım bir restoran mevcut ve çok hoş canlı müzik programları var. Karşı restoranda olmamıza rağmen müzikten faydalandık.

Knez Mihailova müzisyeni
Akşamları Knez Mihailova caddesi çok canlı oluyor. Yemek sonrası biraz caddeyi gezdik. Bizim İstiklal Caddesi'nden hallice, daha kısa bir cadde fakat sokak aktiviteleri çok fazla. Canlı müzik yapan gruplar, illüzyon gösterileri, aksesuar satıcıları bütün caddeyi doldurmuş. 


Ertesi sabah, Skadarlija’nın tam girişinde, ismini keşke not alsaydım dediğim, küçük fırına gidiyor ve burek yiyoruz. Balkanlardaki burekler bizdekinden biraz farklı. Bir kere en üstteki yufkası iyice çıtır çıtır olana kadar pişiyor. O kadar sert bir kıtırlığı var ki bazen kesilmiyor, hatta kopmuyor. Sonra içindeki kıyması bol, sebzesi az. İç yufkası da yumuşacık. Balkan burekini ilk Zagreb’de denemiştik. Açıkçası oradakini biraz yağlı bulmuştum. Belgrad’da gördüm ki burek genel olarak yağlı. Rahatsız edecek kadar bir yağ değil, aksine bence bureke lezzetini veren kullanılan yağ diye düşünüyorum. Burekleri lezzetli bulduk. Yanında yoğurt da yedik. Adet böyle.


Kalemegdan

Artık Belgrad'da ikinci günümüze başlayabiliriz. Bugün öğlene kadar buranın simgesi olan Kalemegdan’ı gezelim dedik. Burası adı üstünde ‘kale meydanı’. Kaleye giriş için parkın içinden geçiliyor. İçeride yaklaşık 3 tane kale kapısı var. Bunlardan en ünlüsü Stambol Gate, yani İstanbul kapısı. Burası Osmanlı döneminden kalmış bir kale. Yaklaşık 2 saat kaleyi geziyoruz. Kalenin içinde mükemmel bir Danube nehri ve Belgrad ormanları manzarası olan bir restoran bulunuyor: Kalemegdan Terassa. Kahvaltıda yediğimiz burekler hala midemizden gidemediği için çok aç değiliz. Akşam için de güzel bir yerde yemek yemek istiyoruz bu yüzden şimdilik hem bir şeyler atıştıralım, hem de bu manzaranın keyfini çıkaralım diye Kalemegdan Teras’a oturuyoruz. Atıştırmalık bir şeyler istediğimi için krompir söylüyoruz. Kulağa benzer gelmesinden dolayı krompiri bizim kumpir sanıyoruz. Biz fırında patates beklerken patates kızartması geliyor önümüze. En azından patates kısmını tutturmuşuz. Şikayet etmiyoruz çünkü söylediğimiz biralarla patates kızartması harika gidiyor. Tam yorgunluk sonrası keyif. Manzara da harika.

Stambol yani İstanbul Kapısı
Kalemegdan'dan manzara

Bizim gittiğimiz saatte tam bir lounge tarzı var ama akşamları burası süper lüks bir fine-dining restoran. Ana yemekler 800-1500 dinar arasında. Krompir için 270 dinar, Lav biralarımız için de 430 dinar ödüyoruz ve yolumuza devam ediyoruz.

Krompir
Yaz günü sıcakta canınız dondurma çektiğinde ev yapımı dondurmaları olan Moritz Eis'ı deneyebilirsiniz. Knez Mihailova üzerinde bir ara sokakta küçük ama ünlü bir dondurmacı burası. İçeri girdiğimizde inanılmaz bir kalabalık var. Neyse ki hemen sıra bize geliyor ve ev yapımı lezzetli dondurmalardan yiyebiliyoruz. Bitter ve beyaz çikolatalı dondurmaları tavsiye ederim.

Öğleden sonramızı Nikola Tesla Müzesi ve Sveti Sava Katedrali'ne ayırdık. Özellikle Nikola Tesla Müzesi'nin mutlaka görülmesi gerek. 1 saatlik rehberli bir tur yapılıyor müzenin içinde. Tur dahilinde, Tesla'nın icatlarının küçük bir deneyi bile yapılıyor. Üstelik deneylere siz de dahil olabiliyorsunuz.

Tesla Müzesi'nin içinde bir çeşit elektrik deneyi

Akşam yemeğine Emre'nin Sırp arkadaşı Uros'la akşam yemeği yiyeceğiz. Uros ile Emre, 2011 yılında Norveç'te gerçekleşen İSFİT öğrenci kampından tanışıyorlar. O zamandan beri de bağlantıları kopmuyor. Uros'la bizim seçtiğimiz bir restoranda buluşuyoruz: Questionmark.


Yine Belgrad’da en fazla merak ettiğim restoranlardan biri burası. ?Restaurant diye de geçiyor çoğu yerde. Çok eski bir restoran ve çok da ilginç bir hikayesi var. İlk açıldığında St. Mark Katedralinin tam karşısında olduğu için ismi Cathedral Cafe koyuluyor. Daha sonra bazı dini bütün çevrelerce kutsal bir yerin ismi bir restorana verilemez diye eleştiri gelince, restoran sahibi de restoranın ismini soru işareti olarak bırakıyor. Kitaplarda, dergilerde böylece ? Restaurant veya Questionmark diye geçiyor. Uros daha önce buraya hiç gelmemiş. Biz onu yaşadığı şehirde güzel bir restoranla tanıştırıyoruz, o da bizi menüdeki geleneksel Slav yemekleriyle.


Ben başlangıç olarak yukarıda gördüğünüz kabak musakka ile başlıyorum. Yani bizim musakkadaki patlıcanı çıkar, koy kabağı. Benim gibi sebzenin her türlüsünü sevenler bu çeşit bir musakkayı da çok sevecektir. Bunu İstanbul’daki evimde de denemem lazım.

Ana yemek olarak paylaşabileceğimiz bir ızgara tabağı söylüyoruz Emreyle. Uros, o gün et yiyemiyor çünkü onun için kutsal bir gün. Bu geleneksel Slav bayramından ayrıca söz edeceğim.


Izgara tabağımızda kuzu pirzola, tavuk fileto, cevapcici yani köfte, dana eti, domuz eti ve sosis var. Sosis hariç hepsini beğeniyorum. Etleri kurutmadan pişirmişler. Ben salata sevdiğim için Uros bana shopska salata tavsiye ediyor. İçinde domates, salatalık, soğan ve üstünde de beyaz peynir var. Peynir yumuşak, kıvamı lorumsu ve tuzlu, salataya çok güzel uyuyor. Toplamda 3 kişilik yemek ve şarapla beraber 3.210 Dinar ödüyoruz. Yani 32 Euro civarı.


Knez Mihailova’ya 10 dakikalık bir yürüme mesafesinde Questionmark. Aziz Mark Katedralinin hemen karşısında. İç ve dış oturma bölümü var. Dışarıda oturunca katedral manzaranız oluyor. Çalışanlar güleryüzlü ve çok eğlenceli. Yemek seçimiyle Uros ilgilendiği için genellikle onunla konuşuyor garsonumuz. Bizim masaya da özel bir ilgi alaka var tabi. Çok keyifli bir akşam yemeği yiyoruz burada. Sadece akşam yemeği için değil, sakin bir muhitte olmasından dolayı bence günü her saati gelip vakit geçirebileceğiniz bir yer burası.

Tatlı'ya Uros'un tavsiye ettiği Glumac diye bir büfede bir yerde devam ediyoruz. Burası Palacinke’siyle ünlü. Yani pankek. Yol üstü minik bir büfe burası ama sirkülasyon çok fazla. Masalar hiç boş kalmıyor. En ünlü pankek çeşidi plazma yani nutella ve cookie parçacıklı pankek. Nutella-muz çeşidi de var. Porsiyonlar aşırı büyük. Zaten çok tatlı olduğu için bir porsiyonu iki kişi rahatlıkla paylaşabilir. Çok kalabalık olduğu için siparişler gecikebiliyor. Belgrad’ın çoğu mahallesinde çok rahat bir Glumac büfesi bulabilirsiniz.

Plazma Placinke
Geceyi rakija ile sonlandırmak için tercihimiz Kasina. Terazije caddesinde yol üstü bir kafe burası. Kafe diyorum ama oldukça büyük bir alana konumlanmış. Hem içerde hem dışarıda kaldırımda masaları var. Yoğunluk yaz olduğu için dışarıda tabi. Haftasonları canlı müzik var. Medovaca rakija içiyorum, yani baldan yapılmış rakı. Rakijanın güçlü aroması balın tatlısını almış götürmüş. Ya minik yudumlarla ya da tek shot olarak içilmesi makbul. Zira bildiğiniz yakıyor. 

Yarın önemli bir gün çünkü Uros bizi evine Slava yemeğine davet etti. Slava, Sırpların geleneksel bayramı. Daha sonraki yazımda Slava'ya ayrı olarak geniş bir yer ayırıp, sofra geleneğini ayrıntılarıyla anlatacağım.

Trg Republike meydanı
Belgra'daki son günümüzde Ada Ciganlija'ya gittik. Yazının başlarında ada hakkında bilgi vermiştim zaten. Biz adada kalışımız boyunca bisiklete bindik ve bütün adayı bisikletle turladık. Bu benim için özel bir zamandı çünkü yaklaşık 7 yıl önce geçirdiğim ciddi bir bisiklet kazasından sonra ilk defa korkumu yenip bisiklete bindim. Adada çok fazla restoran mevcut fakat görünüşe göre çoğu tatil köyü kafasında çalışıyorlar. Adaya giden otobüslerin kalktığı durakların altında bir kapalı pazar var. Oradan yiyeceğini alıp adanın mis gibi havasında küçük bir piknik yapmak daha keyifli sanki.



Gün içinde kahve içmek isterseniz Greenet Cafe'yi öneriyorum. Terazije’nin üzerindeki Nusiceva aralığından girince göreceksiniz bu küçük bir kafeyi. Öğreniyoruz ki mochasıyla ünlüymüş. Dedikleri kadar var, gerçekten mochası çok lezzetli. Bir ara lavabo için içeri girdiğimde görüyorum ki bar bar çikolata eritiyorlar mocha için. Lezzeti doğallığındanmış diyorum.


Uros'lardan akşam yemeğinden gelince Belgrad'da son gecemizi geçirmek üzere ilk günden beri en çok merak ettiğim bir pub olan Federal Association of Globe Trotters'a gidiyoruz. Belgrad'ın gizli barı diye geçiyor seyahat kitaplarında. Gerçekten de sır gibi bir yerde gizlenmiş sanki. Burası çok ilginç bir bar çünkü ana cadde üzerinde bir binanın zemin katında yer alıyor. Binanın girişinden ilerleyince aşağı doğru inen merdivenlerin başında acaba doğru yere mi ilerliyorum diye düşünüyorsunuz. Daha sonra, apartman konseptinden çok farklı bir dünyaya girdiğinizi fark ediyorsunuz. 


Buranın bir hikayesi de var. 1999'da NATO bombardımanından sonra izole edilen Sırbistan'da, buranın kurucusu Mirko Stankovic insanların bir araya gelip fikir paylaşımı yaptıkları bir yer yaratmak istemiş. Herkes bir eşyayla katkıda bulunmuş ve Mirko'nun kaldığı apartmanın bodrum katında böyle bir yer yaratmışlar. Mirko'nun dediğine göre, herşeyin sınırlardan ibaret olduğu o zamanlarda sınırları reddederek, birbirleriyle ve dünyayla bağlantılarını koparmadan yaşadıkları bir yermiş burası. İlk başlarda ziyaretçiler yalnız Belgrad halkından ibaret olsa da, Sırbistan sınırları açılınca tüm dünyadan ziyaretçiler gelmeye başlamış. Bunların içinde dünyaca ünlü sanatçılar bile var. Mirko'nun tek isteği Belgrad yaşadıkça, farklı kültürlerdeki insanların ziyaretleriyle birlikte buranın da yaşaması. (Kaynak: Lonely Planet, Western Balkans: 2009)

Burası ilginç bir bar dedim çünkü Singer dikiş makinesi konseptli masaları var. Evet, bir dikiş makinesinin üzerinde kokteylinizi içiyorsunuz. Sanırım ilk başta bağışlanan eşyalardan biri bu dikiş makineleri. Dekorasyonu kalabalık; duvarlar, tavanlar hep asılı resim ve objelerle dolu. 

Singer
Kokteylleriyle ünlü olduğunu duyduk ve biz de iki kokteyl söyledik. Ben New Punk söyledim ve pişman oldum, çünkü Emre’nin Globe Trotters kokteyli daha güzeldi. Emre kokteylinin yanına bir de ayva rakijası söyledi, yani dunjevaca rakija ve içi yana yana içti. Kokteyller ortalama 290 dinar yani 3 Euro bile değil; rakija da 175 dinardı. Bence Belgrad’da mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerlerden biri bu gizli bar.

Öndeki kırmızı New Punk, arkadaki Globe Trotters
3 günlük Belgrad gezimiz de sona erdi. Bu gezinin en güzel yanı, kendi açımdan, daha sonraki yazımda detaylı olarak bahsedeceğim Slava yemeğine katılmak oldu. Şimdiden ipucu vermek gerekirse tam olarak bir aile ve arkadaş toplanmasıydı. Uros'un annesi harika yemeklerle masayı donatmıştı. Güzel anne, sofradaki her yemeğin nasıl yapıldığını istekle anlattı, Uros da büyük bir sabırla annesinin anlattıklarını Sırpça'dan İngilizce'ye çevirdi benim için. Elimde harika tarifler, aklımda çok güzel hatıralarla ayrılıyorum Belgrad'dan.